Nostalji Köşesi


Ahmet Sedat SERT

Uzun sürecek bu yolculuğumuz, altmışlı yılların ortalarında, başladı.  Hafızalarımda derinlere kazılmış, kolay kolay silinemeyecek, anılarla dolu, unutulmayacak yıllar. Günümüze kadar gelen dostlukların temellerinin atıldığı yıllar.

Afyonkarahisar’da doğup büyüdüm. Taşralıydım yani. Üç çocuklu bir memur ailesinin en büyük çocuğu.  Afyonkarahisar Dumlupınar İlkokulunda öğrenciydim. O  yıllarda  ne Kolej ne de sınav hakkında herhangi bir bilgimiz vardı. Bir gün ilkokul öğretmenim  Naciye KAYA -kendisini rahmet ve minnetle anıyorum- bir akşam ailemi ziyarete geldi. Kolejden ve kolej sınavından bahsetti. Yatılı okutmanın ekonomik koşullarından da bahsederek, okutup okutamayacağını sordu babama. Rahmetli babamın “ Ceketimi satar yine okuturum.” sözlerini hatırladıkça hala gözlerim dolar dalar giderim. Benim Kolej maceram böyle başladı. Sınava girdim ve 78. olarak kazandım. Ailem mutlu, rahmetli dedelerim herkesten mutlu. Ortalık “Bizim büyük torun Eskişehir’e okumaya gidecek.” sözlerinden geçilmiyor.  

Kayıt için Eskişehir’e geldiğimizde kayıt aşamasında ilk olarak Nejat SEZER’i tanıdım. Kayıtlarımız eş zamanlı olarak yapılmıştı. (Ben 434, O 435) Doğacak çocuk okula kaydolurken belli olur misali ne kadar hareketli bir arkadaş olacağını o kısa zamanda beynime kazımıştım.

 Ardından yatılı öğrencilerin gereksinimi olan kılık kıyafet ve diğer malzemeleri, Kolejin verdiği listeye uygun olarak satın alma ve hazırlama ritüeli başladı. O zamanlar hazır beyaz gömlek yoktu -en azından Afyonkarahisar’da yoktu. Poplin gömleklikler alındı, terzide diktirildi. Lacivert ceket, gri pantolon da öyle. Pazen çizgili pijamam ve patiska donlarımda evde annem tarafından dikildi. Modeli şort biçimli beli lastikli donlar. Yatak ve yorgan da hazırlandı. Hepsinin üzerine 434 numarası işlendi. Denklerimizi kara trene yükledik ve annem ve babamla birlikte  ver elini Eskişehir. Şimdi 1,5 saatte ulaştığımız Eskişehir’e kara trenle 7 saatte ancak varabilmiştik. O yıllarda Afyonkarahisar-Eskişehir arasında otobüs seferi yoktu.

Babamla annem beni 24 Eylül 1967  Pazar günü Koleje emanet ettiler ve ayrıldılar. Kendimi yetimhaneye teslim edilmiş gibi hissetmiştim. Bırakıp gidişlerini nemli gözlerle seyrettiğimi hala hatırlarım. Hele geceleri ranzada bir garip gibi yattığımı, ara sıra geceleri yatağımda sessizce ağladığımı hatırlarım. Bizleri, sabah 6:15 de kaldırırlardı sanırım. Uyandırmak için metalden ranzaların başlıklarına sopayla ya da anahtarla dokunarak. Bazı öğretmenlerimiz de aniden üstümüzdeki yorganı açarak uyandırırdı.

Bu uyandırma paldır küldüründen sonra giyinir sabah etüdüne giderdik. 7’de başlar ve 8’e kadar sürerdi sanırım. Sonra kahvaltı ve dersler.

Kolej sayesinde arkadaşlığın ne olduğunu öğrendim. Gurbet, kavuşma, hasret, ayrılık, kavramlarıyla tanıştım. O zamana kadar pek tanışık olmadığım bu kavramları; arkadaşlarımız sayesinde, dopdolu yaşar olmuştuk. Kimi zaman bir köşede ağlayan arkadaşlarımızı gördüğümüzde; sebebini pek anlamasak da dikkatimizi çekerdi. Sonradan o kavramların neler ifade ettiğini yaşayarak öğrendik.  Onları ağlatmamanın, sevindirmenin yollarını aradık. O yıllardan kalma dostlarımız, dostluklarımız oluştu. Bu arada, kaybettiğimiz tüm arkadaşlarımı, rahmetle, sevgi ve özlemle anıyorum.

    Bir tebessümün, bir gülümsemenin, bir selam vermenin ne kadar önemli olduğunu Kolejde öğrendim.  

Biliyorum ki hepimizin belleğinde çok derinden etkileyen nice anılarımız var. Ancak yaşayanlar bilir. Bildiğim, tüm bu dönemlerde; kadim dostlukların, güçlü dayanışmaların, güçlü arkadaşlıkların temellerinin  atılmış olması. Senelerce unutulmayacak anılar ve güçlü arkadaşlıkların  kurulmuş  olması. Kimi zaman gülerek, kimi zaman hüzünlenerek hatırladığımız sayısız anılar. Bazen bir kor ateş gibi yakan, bazen derin bir ah çektiren, bazen buz gibi soğukluğunu hissettiren anılar, hafızalarımızın vazgeçilmezleri oldular.

Nasıl  unuturum;

-Yatakhane abimiz Erdem EVREN’in memleketten dönüşümüzde dolaplarımızı arayıp getirdiğimiz yiyeceklere el koyduğunu, (Yıllar sonra Ankara’da Erdem Abi ile bu yılları anmıştık)

-Söğütlü Hayrettin’in düşmekten korktuğu için her akşam kendisini ranzaya bağlattığını,

-Rahmetli Fahrettin DEMİRKAYA ile bir paket üçüncü sigarasını bitirene kadar içtiğimizi, bunun için okuldan kent merkezine kadar yürüdüğümüzü,

            -Aşı ertesi tatil gününde namıdiğer boksör Cesur ÖZTÜRK’e poker oynarken yakalanıp eşek sudan gelinceye kadar dayak yediğimizi, (Bu hikayeyi geçtiğimiz yıllarda Ankara’da bir kolejliler yemeğinde kendisine hatırlattığımda haketmişsiniz demek ki demişti)

            -Yıllar sonra üniversitede öğrenciyken bir değerli öğretmenimizle Ankara Cep Sinemasında (bilenler bilir 😊) karşılaştığımı, ikimizin de utanıp birbirimizi görmezden geldiğimizi,

            -Hamit AĞANER’in coğrafya dersi ödevi olarak verdiği Eskişehir Mahallelerinin fotoğraflanması sırasında Cem ve Karpat’la beraber bir genç ablamızın uzaktan fotoğrafını çekip yakalandığımızı  ve bizi zorla karakola götürmeye çalıştığını,

            -Bir Çarşamba günü yatakhanede sigara ve yasak kitap araması yapıldığını,

            -Her yıl sonunda tatil öncesi matah bir şey yapıyormuşçasına ders kitaplarını yaktığımızı,

            -Üniversitedeyken rahmetli İbrahim KARAKAŞ ile Ankara’da otogarda karşılaşıp gizli gizli hasret giderdiğimizi,

            Yaşadığım, onca anının derin izleri hep olmuştur.  Bu sayede, Gençliğimi, tüm gerçekliği ile hatırlarım. Kimi zaman hüzünlenir, kimi zaman sevinirim… Unutulmayan hatıraları yaşatan tüm arkadaşlarıma, dostlarıma yürekten selamlar.Hepinizi seviyorum.

Ahmet Sedat SERT   434   1967-1974 




Adnan GÜRCAN

HAYALİM KOLLEC

BAŞLANGIÇ

1964’lü yılların başları, modernleşme çabası içinde Türkiye. Çifteler ilçesinde bunun etkisinde. 4000 nüfuslu ilçede iki sinema, ortaokulda tiyatro sahnesi. Halk Eğitime bağlı dikiş nakış, marangozluk ve demircilik kursları açılmış. Kadınların çoğu, annem de, dikiş nakış kursuna gidiyor. Babam Köy enstitüsü mezunu ortaokul öğretmeni, annem ilkokul üçe kadar okumuş.

Haftanın 3 günü; çarşamba cumartesi pazar günleri iki sineme da lebalep dolardı. Yüksel Sineması’na Ayhan Işık’lı, Filiz Akın’lı, Belgin Doruk’lu, Göksel Arsoyl’u aile filmleri gelirdi. Bizimkiler bu filmlerin müdavimleri, leblebili gazoz eşliğinde bu filmlelerin bu filmlerin seyrine doğum olmazdı. Annem bu filmlerin etkisinde kalırdı. Ben de kolejli Filiz Akın hayranıydım. O çocuk aklımla annemin de sürekli “seni kollece sokcam, tohtur yapcam” telkinleri ile hollec hayali kurmaktaydım. Annem her aile toplantısında beni hazır ola geçirip “Ben kollece gitcem, tohtur olcam” cümlesini 3 kere tekrarlatırdı. Rüyalarımda Filiz Akın’ı görürdüm. Artistle kağıtlara sarılı şekerlemeleri sırf Filiz Akın çıkacak diye alırdım.

Atlıhan Sineması’na gitmem yasaktı. Renkli yabancı filmler gelirdi. kovboy filmler, polisiye filmler. Yasak daha ilgi çeker ya, ben de birkaç kere gitmiştim renkli filmler, kovboylar, kızılderililer bana çok yabancıydılar. Korkardım, gece rüyama girerlerdi ve ağlayarak uyanırdım. Galiba o yüzden yasaktı. Bit evin bir oğlu idim ve baskı denilebilecek kontrol altında idim. Annemin bir tanesi ve hayallerinin kolleclisi, tohtur oğlu idim.

İlkokulda resim dersinde başarısızdım. Hocamız çok disiplinli ve köy enstitüsü mezunuydu. Mandolin çalmasını, ront(müzikli gösteri) yapmayı öğretti. Resime çok önem verirdi. Bütün derslerde, özellikle müzik ve rontda başarılı olmam hatırına zorla birinci dönem orta ikinci dönem iyi alırdım. Aslında ona göre resmim çok kötüydü. Onu çok severdim ama çok çekinirdim. Hayatımda bir tek onun yanında sigara içmedim, herhâlde rüyamda görsem yine içmem.

Çocukluğum yazları köyde, tarlalarda, kırlarda eşşek sırtında geçti. Zayıf, çopur yüzlü, günyanığı nasırlı eller, sümüğü burnundan eksik olmayan kirli çocuklar bana çok tanıdıktı. Onların arasında kendimi hep güvende hissederdim. Renkler mat, toprak, saman ve hayvan kokuları çok normaldi. Horoz sesleri, karşılıklı eşek anırtıları ve köpek ulumalarıyla güne daha güzel başlardım.

Eskişehir’e birkaç kere gittim. Binalar kocaman ve şehrin kokusu çok yabancı gelirdi. Arabalara hayranlıkla bakardım. Babam bana kurmalı oyuncak araba almıştı. Bir de fosforlu Nacar saat. Üç günde oyuncağı bozdum. Günlerce tamir etmeye çalıştım, atmadım ve tamir ettim. Oyuncağımı tamir ettiğimde gerçekten benim olmuştu, satın alındığından daha çok sevindim. Fosforlu saatimle arkadaşlarıma nispet yapardım. Öğretmen çocuğu olarak daha bakımlı ve saatli olmamdan sebep mahallenin çocuklarına yabancıydım. Fosforlu Nacar saati ve kurmalı oyuncağı olan bir çocuk, hem de kollec adayı.

İlkokulu bitirince kollec sınavları dışında başka bir sınava girmedim. O zamanlar her okulun ayrı sınavı olurdu. İmamhatip, öğretmen okulu, çıraklık, parasız yatılı olkulların sınavları ayrıydı. Eğer kollec sınavını kazanmasaydım düz okula gidecektim. Annem beni başka sınava sokmadı, o gün için annem büyük bir risk almıştı. “ ya benim ya da kollecde okur” inadı vardı.

Atatürk Lisesin ’de sınava girdim. Benimle birlikte bir arkadaşım daha vardı. Biba taştan, yüksek tavanlı ve kocamandı. Yüreğim kuş gibi çırpınırken sınav başladı. Rüyada gibi soruları yaptım. Evet evet rüyadaydım, sorular zor muydu kolay mıydı hatırlamıyorum, ne yaptığımı farkında olmadan sınavı bitirdim. Sına çıkışı lisenin önü ana baba günü, korku sarmıştı beni, ya babamı bulamazsam. Babam beni buldu, sonucu sordu; ben hala rüyada gibiydim. “Eh” diyebildim. Arkadaşım da yanımda idi o da “çok iyi geçti” dedi. O anki babamın yüzünü hiç unutamam. Dişlerini sıkarak gırtlaktan sert bir şekilde “hıyar herif” dedi. Babamın “hıyar herif” lafı meşhurdu. En çok o laftan korkardım. Arkadaşım sevinç içinde “ben kazanırım” diye zıplarken ben hala rüyada idim.

 Bir müddet sonra sınav sonuçları açıklandı. Eski kollec binasının bahçe duvarında asılı listelerin önündeki insan kalabalığı arasından babam umutsuzca listelere ulaştı. Ben gerideydim, parlak iyi giyimli çocukların arasında yabancı yabancı duruyordum, babamın hareketlerini takip ediyordum. Babam en sevdiğim suratıyla bana doğru geliyordu. “Afferin len 31’inci kazanmışsın”

İşte e o zaman rüyadan uyandım. Gerçekler başlamıştı. Ben kollecli idim artık. B bu sefer neyle karşılaşacağımı bilmiyordum, bu benim küçük dünyamın belirsilği idi buruk bir sevinç doğdu içime “Baba bana bisiklet al”

İkinci el, alüminyum iskeletli, krem rengi lastikli, Peguet marka bisiklet alındı. Annesinin bir tanesi kolleci kazanmıştı artık özgürce bisiklete binebilirdi.

Bisiklete yapmadığım eziyet kalmadı. Çatallı şeritlerle süsledim, yarış bisikleti gibi dümenini yatırdım her türlü aksesuarını tamamladım. İki günde bir yıkanır ve yağlanırdı. Durmadan lastiği patlardı. Kolay değil kır, bayır, sakaryabaşı, tarlalar arasında son sürat gezmeler, traktörlerle yarış. Buna bisiklet mi dayanır. Dayanmazdı canım, tekerlerin balansı bozulur, zinciri kopar.  İki aylık yaz tatili süresince bisiklet parası kadar aksesuar ve tamir masrafı olmuştu kolay mı kolleci kazanmıştım, ipini koparan danalar gibi özgürdüm. Annemin bir tanesiydim, dokunulmazlığım vardı.

BEKLEYİŞ

Dayımoğlu ve ben anannem başımızda odun pazarında Atatürk Lisesi’nin bir kilometre yukarısında ismini hatırlamadığım bir caminin karşısında tek odalı bir ev kiralandı. Hazırlık ve birinci sınıfta evciydim. Okulun ilk günü; kocaman bir bina ve her şeyi gıcır gıcır, ancak sıralar yamuktu. Neden öyleydi anlamamıştım. İlk ders başladı. E-Şubesindeyim numaram 439, erkekler sınıfı, ön sıralarda oturuyordum. Hocamız derse geldi. Rengarenk giysili, gözlüklü, parlak tenli, erkek yürüyüşlü bir bayan, lepiska saçlı, kokusu farklı. Korktum, hep İngilizce konuşuyordu. Erkek hocalar Amerikalı iri adamlar, dar paça pantolonları, koca ve parlak ayakkabıları vardı. Tenleri parlak ve şeffaftı, bana yabancıydılar. Aman allahım Atlıhan Sineması’ndaki kovboy ve polisiye filmlerden fırlayıp rüyalarımda beni korkutanlar şimdi karşımdaydı. Onlar kadar dilleri de beni korkuttu. Ailemden ilk ayrılmamın etkisiyle kendimi yabancı diyarlara atılmış gibi hissettim. Ben bu dili sevemezdim. Zaten İngilizcem hep zayıf ile orta arasındaydı. Kitapların kokusu kimyasal keskin alıştığım kitap kokuları değil renkler ve sayfalar parlak. Ben de mat renkleri severim, toprak gibi olmalı. İçime kapandım.

Okuldan eve evden okula günler geçiyor zorla ders çalışıyordum. Arkadaşlık kurmakta zorlanıyordum. A, B ve C şubelerinde güzel parlak çocuklar, bakımlı kızlar vardı bana çok uzaktılar. Teneffüslerde okulun bahçesi Türk filmlerinde seyrettiğim gibi Filiz Akın, Belgin Doruk, Göksel Arsoy, Ayhan Işık’larla doluydu. Akordeon, gitar çalan abiler parlak çocuklar oradan oraya koşturuyor, güzel ablaların bazılar mini etekli edalı edalı bahçede gezerken, yakışıklı abiler onların etrafında kendilerinden emin uzun adımlarla yürüyorlardı. Hayranlıkla izliyordum. Ben güzeli severim, güzel benim olsun istemem. Sadece severim.

İlk durak Odunpazarı durağından sırayla otobüslere binerdik. Bluebird marka otobüsleri severdim. Sırada güzel kızlardan uzak dururdum, kokuları içimi bayardı. Hayranlıkla izlerdim sadece.

Uzun boylu, uzun bacaklı, düzgün saçlı, parlak tenli, renkli gözlüklü bir çocuk çok dikkatimi çekerdi. Arada görürdüm onu, hangi sınıfta okuduğunu da bilmiyordum. Bir gün okul dönüşü eve giderken bu çocuğun arkasına takıldım. Odunpazarı’nda perşembe pazarının kurulduğu meydana bakan, o bölgenin en güzel evi oydu galiba, demir parmaklıklı, duvarları hayatımda ilk defa gördüğüm tarzda mozaik katlı birkaç katlı evdi. Ev de güzeldi çocuk da. Arada takip ederdim. Fuleli adımlarla yürürdü, hayrandım yürüyüşüne, gözlüklerine. Kendi kendime derdim ki kolejli budur. Bense kollecli idim. Ancak sokağın en gözdesi bendim. Lacivert ceket, gri pantolon tercih edilendim. Gruplu oyunlarda kızların benimle birlikte olmak istemeleri hoşuma giderdi. Sokağın en güzel kızıyla camdan cama bakışırdık. Akşam yemeğinden sonra kızın evinin karşısında “Seni beklerim öptüğüm yerde” şarkısını ıslıkla çalarak kızı cama çıkartırdım. Lacivert ceket, gri pantolonla kıvırcık saçlarımdan sebep Kuzey Vargın tipi ‘masa kafa’ modeli yapmak için epey ayna karşısında durduğum olmuştur yani bana bir Filiz Akın lazımdı.

Gide gele okula alışıyordum. Öğlen yemekleri okulda yenirdi, yemekler nefisti. Kıvamında kızarmış kehribar sarısı kadın budu köfte, talaş böreği, fırında makarna, çeşit çeşit tatlıların tadına doyum olmazdı. En çok Türkçe dersini seviyordum, İngilizce bana çok yabancıydı, zorlanıyordum. Büyük sınıflar çok gizemli gelirdi bana, önlerinden geçmekten korkardım. Bir keresinde öğlen tatilinde kantine giderken bitişik sınıftaki abilerden biri beni çağırıp “Neden önünü iliklemiyorsun” diye tokatlamıştı. Büyük balık küçük balığı yutardı, ben küçük balık olarak çok korkardım. Bir gün ben de büyük balık olabilecek miyim diye sabırsızlanırdım.

Hazırlık ilk dönem İngilizcem zayıf geldi. En iyi notları hemşerim Fatih Kilci alırdı. Hayrandım ona. Kendi kendime derdim ki ’Sivrihisar’ın delisi çoktur, bu delilerin akılları toplanıp birkaç kişiye verilmiştir”. Fatih’te bunlardan birisiydi. Zorla da olsa hazırlıktan birinci sınıfa geçtim.

En zorlandığım sınıf birinci sınıftı. Fen, matematik dersi İngilizceydi. Matematik öğretmenimiz müdür muavini Nevzat hocaydı. Kitap zaten kalın ve kimyasal kokuyordu, Nevzat Hoca sert adamdı. İnatla İngilizce konuşmamızı ve cevaları İngilizce vermemizi isterdi. Fen de öyle, hocamızı hatırlamıyorum. Kitaplar bana ben kitaplara bakıyordum. Bakışırken uyuya kalıyordum. O aralar kafam sokaktaki kızlara epey takılmıştı, onlar da bana takılmıştır. Kuzey Vargın saçlar lacivert ceket gri pantolon kolejli çocuk, dersler umurumda değil. Zaten bir şey anlamıyordum.

Birince dönem İngilizce, fen zayıf geldi. Evde fırtınalar koptu. İlkokulda fen ve matematikten başarılı olan ben nasıl zayıf almıştım. Problem büyüktü. Babam bana İmdat Kara Hoca’dan matematik dersi aldırdı. Hocam soruları tercüme ediyor ben anında problemi çözüyordum. Hatırladığım kadarıyla ban kitap dışı daha zor sorular soruyor ve ben hemen çözüyordum. İmdat Hoca şaşkındı. Anladı ki benim sorunum lisandı. Babama bunu anlattı. Soruları anlamamda birkaç ipucu gösterdi. Öylelikle matematiği ve feni ikinci dönem düzelttim, ama İngilizceden çaktım.

Okulda yaz kursu açıldı. Her gün Eskişehir’e kursa gidiyordum, yine de bir şey anlamıyordum. Bazen kaytarıp sinemaya giderdim. Aynı sene parasız yatılı sınavlarına girmiştim ve kazanmıştım. Eylül sınavlarında ingilizceden yine çaktım. Sınıfta kalmıştım, yatılılık hakkımı da kaybetmiştim. Sonucu bisikletle panayır dönüşü eve geldiğimde öğrendim. Annemin elinde süpürge vardı babam “Lan hıyar çakmışsın” dedi omuzuma sumsuk vurdu yere düştüm. Annem süpürge sapıyla babam tekmeyle epey bir patakladılar.

Beni kollecden alıp çifteler ortaokuluna başlatacaklardı. Karar kesindi. Benden bir şey olmazdı. O sene dönem başlamazdan birkaç gün önce tek dersten kalanlara bir sınav hakkı daha tanındı. Annem ısrarıyla kaydım alınmadı ve babam bütçesini zorlayarak bana özel ders aldırdı. Durum ciddiydi 10 gün sıkı çalışıp sınava girdim. Hem yazılı hem de sözlü sınav yapıldı. Sözlü sınavda 3 hocadan biri ders aldığım hocamdı. Sonunda 10 üzerinden 6 alarak sınıfı geçtim. Evde bayram havası esiyordu. Okul başlayalı iki hafta kadar olmuştu hem sınıfı geçmiş hem de parasız yatılı olmuştum. Yatılılık için hazırlıklar yapıldı ve Eskişehir’e geldik. Babam mükafat olarak beni Abdüsselam Kebapçı’sına götürdü. Taşbaşı’nda Osmanlı Banka’sının eski tek katlı binanın önündeki sokakta sıra sıra taburelere oturduk. Önüme başka bir tabure çekip kayık porselen tabakta gelen tamekli, tereyağlı şiş kebabımı hızlıca yedim. Hayatımın en güzel kebabıydı, bunu hak etmiştim, en azından babamın yüzünde böyle bir ifade vardı. Hıyar herif son anda sıyırmıştı. Sıkılamanın faydası vardı. Derdi ki “Bir kötek, bin nasihatten yeğdir!”

OLUŞ

Yatılılıkta ilk günüm galiba D şubesindeydim, E şubesi kapatılmıştı. Dersten sonra etütler vardı. Eksiklerimi tamamlamak için arkadaşlarımdan yardım almaya başladım. Ferruh Ataol, Hasan Öztoprak, Fatih Kilci ve birçok arkadaşım bana yardımcı oluyordu. Ciddi bir şekilde çalışmaya başladım.

İlk gecenin sabahı kalk zili çaldığında uyanamamıştım. Süleyman Hoca nöbetçiydi, beni “Hadi çocuğum.” diye uyandırmaya çalıştığında “Tamam baba” demiştim. O da gülerek “Okuldasın çocuk” gibi bir şeyler söylemişti. O da ne uykuda altıma işemiştim. Çocukluğumda Enüresis nokturna (gece işemesi) problemim vardı. Genellikle yatı misafirliğe gittiğimizde ev sahibinin yatağana işerdim. Annem yanında keçi postu taşırdı durumu ev sahibine anlatır her türlü önlem alırdı. Ben de yerin dibine geçerdim. Akşamları karpuz ve idrar yaptırıcı gıdalar yasaktı. İlkokul ortalarında iyileşmiştim. Ancak yatılılığımın ilk günü nüksetmişti. Şaşkındım, yataktan herkes gittikten sonra kalktım, üstümü değiştirdim. Canım çok sıkılmıştı, ben ne yapacaktım. Karar verdim akşamları yemekten sonra hiçbir sıvı almadım, uzun bir süre böyle gitti. O son işemem olmuştu. Bir daha da gece işemedim. Yatılılık bana iyi gelmişti. Disipline olmuştum. Bill, Hasan, Ferruh, Akın, Hakkı, Namık Kemal olurda, Halil, bir sürü arkadaşım olmuştu. Onlarla hayatı paylaşmak, şakalaşmak bana güven vermişti. Yavaş yavaş okula alışıyordum. Birlikte top oynuyor, sigara içiyoru, etüt aralarında şakalaşıyorduk. Ferruh çok iyi pinpon oynardı, Tolga da öyle. Güzel basket, voleybol, futbol oynayan abiler ve arkadaşlarım vardı. Hayrandım onları. Güzeli ve başarılı insanları severdim ve artık onlarla birlikteydim. Okulumuzun imkanları onlar gibi olmam için bana her türlü fırsatı veriyordu. Pinpon, basket oynamaya başladım. Hatta handball takımına bile seçildim. Sporda başarılı olmasam bile olayın içeresinde olmak yetiyordu.

Birkaç hafta sonra sınıflarda değişiklikler yapıldı. Ben B şubesine düşmüştüm. Erkekler sınıfından kızlar sınıfına yani. Sınıf daha sakin herkes efendi. Uzun saçlı kızlar, fısır fısır konuşan, arada sessizce gülüşen narin kızlar. Bence buradan bir filiz akın çıkma ihtimali yüksekti. Kaçamak bakışlarla kaş altından ortamı süzerken duvar dibindeki sıralarda Filiz Akın’ı gördüm. Kaçamak bakışlar, karşılık alabilir miyim beklentileriyle günler geçerken, arada ben de onun kaçamak bakışlarına yakalanıyordum. Yürek çırpıntılı günler başlamıştı. Saçlarımla daha fazla ilgileniyordum, geceleri pantolonumun ütüsü bozulmasın diye yatağımın altına koyuyordum. Beş vakit namaz kılardım, dualarım onun içindi, günler bir umut beklemekle geçiyordu. Nedense yine bir sınıf düzenlemesi yapılacaktı, ben de başka sınıfa geçmek isteyenler grubuna katılmak istedim. Kahretmiştim, daha doğrusu umutlanmamamı söyleyen olmuştu. Teneffüste duvar dibinde hüngürtü yükseldi, bütün kızlar Filiz Akın’ın etrafında ben sıramı toplamaktayım. Kızlar grubunun böylesi günlerde mutlaka problem çözücüleri vardır. Organizatördür onlar, genelde hızlı yürürler ve yüksek seslidirler. Ulaştırılması gerekilen haberleri kafalarını öne eğerek, etrafı kolaçan eden bakışlarla süzerken insanın kulağına hafiften fısıldarlar.

-Senin gitmeni istemiyor.

-Yapma yahu, niye?

-O’da seni seviyor.

O anı hiç unutamam, iyi ki namazlarda dua etmişim. Evet Filiz Akın’ı da bulmuştum. Din dersi hocamız B şubesinde kalmama yardımcı oldu. Film yeni başlamıştı.

Fırtınalı geçen beraberlik. Uzun uzun bakışmalar, elele tutuşmalar, derslerde küçük kağıtlara yazılarak atılan “seni çok sevi yorumlar”. Kıskançlıklar, küsmeler, barışmalar, ergen kaprisleriyle geçen günler. Yaşgyorumlar”. Kıskançlıklar, küsmeler, barışmalar, ergen kaprisleriyle geçen günler. Yaş günlerinin müdavimi olmuştum. Filiz Akının hatırınaydı bütün bu davetler. Damsız girilmezdi.

Okula iyice alışmıştım. Derslerim düzelmişti. İngilizce derslerine Türk hocalar giriyordu. Fen ve matematik dersleri Türkçe işleniyordu. O sene teşekkürle geçtim. Üçüncü sınıfta sene başında aşkımız bitti. Hasan Öztoprak, Ferruh Ataol ve ben bir ekiptik. Evden getirdiğim mamaları paylaşır arada paylaşım kavgalarımız olurdu. Hasan da bayram dönüşleri dolu gelirdi. Herkes abi tavırlarıyla elma dağıtırdı. Balık tuttuğunu, rakı balık yaptığını, kayalardan atladığını Amasra’yı anlatırdı. Ferruh da İstanbulluydu ve rakı içmişliği vardı. Bense hiç içmemiştim. Nasıl bir şeydi o, yani ne oluyordu sonunda diye meraklı sorularla bunaltıyordum onları. Bir cumartesi akşamı yatakhanenin arkasında inşaat halindeki yolun kıyısında ilk rakımı onlarla içtim. Az içmeme rağmen çakır olmuştum, benimle alay etmişlerdi. Seneler sonra mezunlar günü toplantılarında, hasanın içkiyi bıraktığını görünce çok şaşırdım. Bense dibine kadar içer olmuştum. Hatta Hasan’a “ Ulen Hasan, sen beni içkiye başlattın ama sen bırakmışsın.” diye takıldığımda hata yaptığını düşünüp hakkını helal et demiştim, gülüşerek şakalaşmıştık.  

Hafta sonları okullar arası basket voleybol maçları olurdu. Okul takımımız çok başarılı Süleyman Hoca’nın koçluğunda bize gurur veren sonuçlar alırlardı. Hepsi uzun boylu ve güzel çocuklardı. Süleyman hoca bilge bir adam. Uzun boylu, fuleli adımlı, koltuklarında bir şey taşırmış gibi kolları açık, gür dalgalı saçlı kafası hafiften öne eğik yürürdü. Hayrandım yürüyüşüne. Mutlaka bir işi vardı, meşguldü. Hem de Türkçe hocamızdı. Atilla İlhan şiirleri okurduk. Seyrettiği filmlerin en can alıcı cümlelerini bilgece bize söyler ve filmin ana fikri anlaşılırdı. Atilla İlhan’ı onun sayesinde sevdim. Müdür muavinimiz, Türkçe öğretmenimiz, okul takımımızın koçu, ayrıca gece nöbetçisi de olurdu. Bana hayatla ilgili nasihatleri da olmuştu. Unutamam.

Bir öğrencinin kendisini geliştirmesi için her türlü imkan vardı. Dersler laboratuvarda yapılıyordu, deneyleri bir gün önceden paşalar gibi bizler hazırlıyorduk. Ancak edebiyat ve kompozisyonum iyi değildi, hocam haklıydı, ben de duygusal zeka zayıftı. Benim dünyam laboratuvar ve matematikti. Ancak hocamın gözüne girebilmek için çok kitap okur oldum, milliyet sanat dergisinin abonesiydim. her haftasOnu köprü başındaki bizim kitap evine gider harçlığımla kitaplar alırdım. Çok okurdum ama anlatamazdım. Kendimi anlatacağım tek yer sahne idi. Bir başkasını oynamak, başka bedende var olmak, galiba kendimden uzaklaşarak kendimi anlatma yoluydu.

Ingilizce hocamız Hasan İnal, bana tiyatroyu sevdirdi. Ince görüşlüymüş, nereden de anlamış benim kendimi anlatma hevesimi? Zaten çocukluğumda taklit yapmayı severdim. Hayvan taklitleri, yürüyüş taklitleri yapar büyükleri güldürürdüm. Köpek gibi havlayarak sokak köpeklerini korkuttuğum olmuştu. Boby Zaros’a çıkmıştı adım. Göç ve Şerefiye oyunlarını sahneye koyduk. Şerefiye ’de fabrika bekçisi rolündeydim. Günlerce bekçi gibi yaşadım, bekçileri gözlemledim, gırtlak ve mimik taklitleri yaptım. Evet sahnede gerçekten bekçiydim. Bir bekçinin bedeninde onun acılarını ve ruh halini yaşayarak kendimi anlatıyordum. Tiyatro grubu olarak iyi bir ekiptik. Birlikte bir şeyler başarmak kolektif bir ruhla özgür olmak kadar güzel bir şey yoktu.

Yatakhanede geceleri tuvaletlerde çöp tenekelerinin üstüne oturup, siyasi, felsefi ve edebi konuşmalar olurdu. Sigarayı kökleyerek bilgili bilgili konuşan farklı görüşten abiler ve arkadaşlar vardı.

Bizimle yatakhane başkanımız da gözlüklü, davudi sesiyle Necip Fazıl’ın Sakarya şiirini okumadan yatmazdı. Bu abi Atatürk’e ‘Taş Mustafa’ derdi. 10 Kasım da saygı duruşunda ağlayana okul idaresi para verecek diye bizlerle dalga geçerdi. Bu damardan gelenler, hala elli küsur senedir her toplantılarında huşu içinde ‘Sakarya’ şiirini okuyarak mest olurlar ve hala ‘Taş Mustafa’ demekteler. Deme o ki okulumuzda bu damarın nabız atışları da vardı ve rahattılar. Oğuz Başkurt, Ergünal Demir ve ben son sınıfta iyi ekiptik. Günlerimiz felsefe, insanın yaradılışı, varoluş ve tanrıyı sorgulamayla geçiyordu. Bir şeyler bulmalıydık bilinmeyen çok şey vardı. Merak kediyi öldürürdü ve kolejde bu kedilere de yer vardı. 1974 Haziran’ında mezun oldum. Artık KOLEJ’li olmuştum. Sıra annemin beynime çaktığı TOHTUR olmaya gelmişti.

Adnan GÜRCAN, 439




Göksev APAK

İKİ BAŞLANGIÇ

Fatih Sultan Mehmet İlkokulunda öğretmenim Davut Gökmirza yanına çağırıp boş zamanlarımızda birkaç arkadaşım ile birlikte ders çalışarak Kolej sınavına hazırlanacağımızı ve bu konuda Annem ya da Babamla görüşmek istediğini söylediğinde yaşantımın çok özel, çok değerli ve bugüne değin gururla taşıdığım güzel zamanlarının başlıyor olduğunun  farkında olmasam gerek.

Sonrasında, ders çalışmalar, sınav, okula gidip sınav sonuçlarını öğrenmek ve okula kayıt olduktan sonra bir sonbahar akşamı  okul yönetimince verilen listeyi içeren tüm eşyalar yanımızda, annem ve babamla okula gidip yatakhaneye yerleşmek, yan dolapta oğullarını hazırlayan anne baba ile ebeveyn tanışması derken ayrılma zamanı geldiğinde Serdal Eroy’un babası bana top oynarken onu da aranıza alın çok iyi oynar, röveşata bile yapar demesi ile başlayan yepyeni bir dönem.

Onlar evlere dönerken biz başımızda şapkalarla Serdal ile ilk akşamı geçirmek üzere sınıflara doğru yürüdük.

 Gerçekten de ileride Fethi ağabeyden sonra Es Es forması giyecek ikinci kolejli olan  Serdal babasını yanıltmamış oldu.

O gece etütlere gelen ağabeylerimiz, bize hocalarımızın “öğrenci bakış açısıyla” özgeçmişlerini ayrıntılı bir biçimde tanıttılar. Yalnız biz yeni olmanın verdiği tecrübesizlikle, “Imdat Hoca”nın ismini nedense iyice bellerken, bir ara sınıfa gelen Süleyman hocaya da ağabey muamelesi çekince ilk “evlat”  uyarısını da almış olduk, bana sonraları Yüzbaşıoğlu diye seslenecek sevgili hocamızdan.

Herşey güzel başlamıştı ama benim için iyi gitmeyen bir durum ortaya çıktı, yatılı kalmak istemiyordum, Çarşambaları öğleden sonra eve gidince, Pazar akşamüstleri okula zorla dönmeye başladım, bu durum karşısında çaresiz kalan annem ve babam beni yarıyılda okuldan almaya karar verdiler, hocalar durumdan haberdardı, hatta Hasan Hoca alışabileyim diye beni bazı akşamlar o meşhur arabasına bindirip eve götürüp sabah gelip evden alıyor okula getiriyordu ama nafile.

Yarıyıl tatiline yakın günlerden bir gün Temel Hoca Babamla görüşmek istediğini söyleyerek onun okula gelmesini istedi. Babam hemen hafta başında okula geldi, Temel Hocayla görüştükten sonra onun yol göstermesi ile ben kendimi devlet hastanesinde kurul raporu alırken buldum. Akşamları idrarını tutamamak nedeni ile yatılı okumamın uygun olmadığına ilişkin düzenlenen bu rapor beni her zaman bir parçası olmanın değerini ilerleyen yıllarda daha iyi anlayacağım, yetişmemde büyük katkısı olan okulumda öğrenim ve eğitimimi sürdürmemi, bir ömür boyu birliktelik yaşayacak arkadaşlarımla beraberliğimin devamını sağladı.

Benim okula ikinci başlangıç olarak kabul ettiğim bu olaydan sonra günler ardı ardına devam etti, güzel anılar, zaman zaman hiç bitmeyecekmiş gibi gelse de biten bir öğrenim yılının ardından gelen yaz tatillerinin sonunda okula ve arkadaşlara kavuşabilmenin telaşıyla Eylüllerde okula dönerek yıllar geçti. Iyi bir eğitim almanın yanı sıra, kültürel, sosyal ve sportif  etkinliklerle ve aldığım rapora rağmen lise yıllarını hem de daimi yatılı olarak okuyup, geçen yılların sonunda, dönemimizin Bayrağını son merasim günü bizden sonra gelen döneme bizzat devrederek, işte hala orada geçirdiği unutulmaz anılarla dolu günleri bugün bile her hatırlayışta aynı heyecanla yaşayan bir Eskişehir Maarif Koleji mezunu olarak okulumdan   ayrıldım, ama o okulda yaşadığım hiçbir şeyi, hiç kimseyi, asla unutmadım.

Göksev APAK, 573 – ’75 EMK




Vahit BORA

                                                                                                                                                                                                02.05.2021

Bu anekdotları, hayatımın en özel dönemlerinden biri olan Eskişehir Anadolu Lisesi öğrenciliğimde yaşadıklarımı unutmamak için yazıyorum. Hiçbir edebi iddiası ve amacı olmayan bu metinleri yazmaya başladıkça farkettim ki, bu hatıralar sadece benim değil okuldaki arkadaşlarımın, hatta 80’lerde Maarif Koleji/Anadolu Lisesi’nde okuyan binlerce öğrencinin ortak anısıymış. Bu yaşanmışlıklarımızı, hikayelerimizi  birlikte çoğaltmak ve yazıyla, fotoğrafla geleceğe aktarmak için her türlü editöryel desteğe hazırım. (1294 Vahit Bora 94’)      

Sağ-Sol Turnike

Ortaokul basketbol takımlarımız (kız ve erkek) güçlüydü. Bizi çoğunlukla beden hocalarımız çalıştırırdı ama bir dönem ortaokul takımının akşam idmanları için hava üssünden bir asker hoca gelir, biz onun antremanına girerdik. İki saatlik idmanın bir saat 45 dakikasında fizik kondisyon yaptırır, çoğumuzu parkeye sererdi. Topla oynamaya sadece 10-15 dakika kalmasına sinirlenir ve her idmanın sonunda bundan yakınırdık. Ama sanırım bu taktiği işe yaramıştı ve turnuvalarda iyi dereceler elde etmeye başlamıştık. Zaten takımda çok iyi oyuncularımız vardı.

O güne kadar adını hiç duymadığım Melahat Ünügür Ortaokulu takımı ile bir cumartesi sabahı, stadyumun yanındaki spor salonunda yaptığımız maç belki de en unutulmaz müsabakalarımızdandı. Rakibin 3 basketine (6 sayı) karşı bizim takım 70-80 sayı atmıştı. Fark açıldıktan sonra beden hocamız da rahatlamış, asların hepsini kenara çekip yedekleri oynatmıştı. Bir yedek olarak benim en uzun süre oyunda kaldığım maç oydu.

(17 Eylül 2019)

Sucuk

Yatılıların tek ve en büyük lüksü, pazar sabahları yemekhanede sucuk çıkmasıydı. Bir dönem sucukların miktarı giderek azalmaya başlamıştı. Bu durumdan şüphelenen 11.sınıflardan bir abimiz, bir pazar sabahı mutfak tarafına gizlice sızmış, bizim sucukları yemekhane personelinin aile ve akrabalarının yediğini görmüş, sucukları noter tasdikli tartırarak istihkakın altında olduğunu belgelemiş ve tüm bu hırsızlığı yatakhane müdürü H.E.’ye sunup soruşturma açılmasını sağlamıştı. Halen CHP Genel Başkan Yardımcısı olan bu abimizi ne zaman televizyonda görsem aklıma bizim sucuklar gelir.

(18 Eylül 2019)

Day One: We Will Rock You

Okulun ilk günü, hazırlık sınıflarının katını nasıl bulduğumu hatırlamıyorum. Koridorun girişinde, o bölümün Vali Hanifi Demirkol’un (1984-1988) katkılarıyla yapıldığını belirten bir tabelayı okuyup sınıfımı aramaya başlamıştım. Sol kolda A,B,C yazan sınıfları tek tek geçerken sağ kolda, 9’ların sınıflarından uğultular yükseliyor, birçok öğrenci hep bir ağızdan sıralara vurarak Queen/ We Will Rock You’nun nakaratını ‘haykırıyordu’. D şubesine girdim, en arka sıraya oturup yeni arkadaşlarımı gözlemlemeye başladım. Birer ikişer girenlerden bir kızı ben, karşıdaki 9’lardan geldi sandım. Zil çalıp da hala dışarı çıkmayınca ve arkalarda yakınıma bir yere oturunca çok şaşırdım. Sınıf öğretmenimiz A.B.’nin yaptığı düzenlemeyle o kız okuldaki ilk sıra arkadaşım oldu. Bu duruma sevinmiştim çünkü onunla oturunca sanki ben de daha büyük gözükecekmişim gibi gelmişti. İlk günler çok didiştiğimiz A.E. ile büyüdükçe çok iyi arkadaş olduk.

(22 Eylül 2019)

“Annie Are You Ok, Are You Ok, Annie?”

Okula girdiğimiz sene Michael Jackson, efsane albümü ‘Bad’i yayınlamış, İngilizce öğrenmeye başladığımız için müziğin yanı sıra sözleri de az buçuk anlar olmuş, bu da beni (belki de çoğumuzu) şarkılara daha çok bağlamıştı. 6. sınıftayken bir gün M.Jackson’ın filminin de çıktığını, hatta Kılıçoğlu’nda gösterileceğini duyduk. Zaman ilerledikçe diğer ayrıntılar da netleşti: Filme 12 yaşından büyükler girebilecek, girişte 3D gözlük dağıtılacak, filmin bazı sahneleri bu gözlükle izlenecekti. Heyecanımız giderek artmış, filme birlikte gitmek için hızla organize olmuş, kimin kimin yanında oturacağını bile planlamıştık. 89’un soğuk bir kış gününde, sanırım bir cumartesi öğleden sonrası gişeden tek sıra biletlerimizi aldıktan sonra kalabalığın içinde salona girerken 3D gözlüklerimiz de ellerimize tutuşturulmuştu. Gözlüğün basitliği biraz hayal kırıklığı yaratmış olsa da, ‘Smooth Criminal’ın çaldığı müthiş dans sahnesini 3D izlerken büyük keyif almıştım. Hem 3D’li izlediğim ilk film, hem de okul arkadaşlarımla gittiğim ilk film olması nedeniyle ‘tarihi’ öneme sahip Moonwalker’ın oynadığı o canım sinema salonu artık yok.

(25 Eylül 2019)

Ne Söyleyim Ablama ?

Ön bilgi: Okulda iki yerde, yatakhanenin girişinde sağda duvara asılı ve öğretmenler odasına saptığımız köşede pencereli ve ses yalıtımlı malzemeyle kaplı bir odanın içinde, ankesörlü telefonlardan vardı. Ders sonrası akşam birimizin ailesi yatakhaneyi aradığında süreç şöyle işlerdi: Telefon çaldığı sırada yakınlarından geçen biri olacak. Bu kişi üşengeç, umursamaz biri olmayacak ki ahizeyi kaldırıp konuşsun. Aranan kişinin adını soyadını, anlaşılır şekilde, merdiven boşluğundan yukarı doğru avazı çıktığı kadar bağıracak. Aranan çocuk bu çağrıyı duyacak ve hızla aşağı koşup ankesörün üzerine bırakılmış ahizeyi alıp görüşmeye başlayacak. Bunlardan biri olmadığında görüşme de olmazdı. Jeton da dönemin bitcoin’iydi. Para yerine geçen, karaborsası olan bir metaydı. En kötü şey ankesörün bozulup jetonu yutmasıydı. Bunu yaşaya yaşaya artık makineden duyduğumuz seslerden ankesörün jetonu yutup yutmayacağını önceden anlayabilecek yetkinliğe erişmiştik.

Yatakhanenin binbir ilginç şahsiyetinden biri olan bir abimizin tuhaf bir alışkanlığı, çalan telefonları açmasıydı. Telefon çaldığında işi gücü bırakır, sanki kendisi telefon bekliyormuş gibi hızla telefonu açar ve konuşmaya başlardı. Arananın adını bağırdıktan sonra konuşmaya devam eder, karşıdakiyle ‘elektriği’ tutarsa da altın vuruşu yapardı: “Abla Afyon’dan arıyordunuz di mi? Size o yöreden bir türkü söyleyim, beklerken sıkılmazsınız” Karşı taraf şaşkınlıkla, çoğu zaman bu ilginç teklifi kabul ederdi. Aranan kişi de ankesöre ulaştığında abiyi annesine, babasına türkü söylerken bulurdu. 444’lü hatlarda o standart, metalik, sıkıcı melodileri dinlerken “bizim abi 30 sene önce bunun daha müşteri odaklısını bedavaya yapıyordu” diye geçer içimden.    

(26 Eylül 2019)

Parti

Elimde mütevazı bir hediye ile Odunpazarı yakınlarında, Porsuk’un küçük bir kolu boyunca uzanan apartmanlardan birinin merdivenlerini çıkarken günümün iyi geçeceğine emindim. Günler öncesinden hazırlıklar başlamış, saat kaçta gideceğimizi, yanımızda muhakkak kaset götürmemiz gerektiğini ve diğer ayrıntıları teneffüslerde konuşmuştuk. Zili çaldığımda içerden gelen seslerden, benden önce gelenlerin olduğunu farkettim. Evin hanımı kapıyı açıp güleryüzle beni içeri buyur etmekle kalmamış, nefis böreklerden ve kurabiyelerden ikram ederken şefkatle hal hatır da sormuştu. Sorulara yanıt verirken anne ile kızın yüzlerindeki benzerlikleri bulmaya çalışıyordum. Zevkle döşenmiş salondaki basamak hem ortamın ‘elegance’ını artırıyor hem de yemek yenen alanla oturulan alanı birbirinden ayırıyordu. Basamaklar aynı zamanda koltuklarda yer bulamayanlar için oturulacak yerlerdi. Yedik, içtik, eğlendik, coştuk ve sevdiğimiz şarkıları (tabii ki anlaşmazlık yaşayarak ve biraz didişerek) ‘teyp’ten dinledik. Hava kararıp da davetliler birer ikişer kalkmaya başlayınca ben bilerek sona kalmıştım. Eskişehir’de katıldığım en güzel (ve galiba tek) doğumgünü sınıf arkadaşım S.T’nin partisiydi.

(1 Ekim 2019)

Call me Dorothy

Hazırlıkta iki temel kitabımız vardı: Streamline ve Breakaway (ve workbook’ları). İngilizce’nin dünyasına bu kitaplarla girmiştik. Diyaloglarla, illüstrasyonlarla, düz metinlerle, ‘listening’lerle veya ‘crossword puzzle’ gibi tekniklerle her gün 6-7 saat aralıksız ve sadece İngilizce öğrenirdik. Ben Streamline’ın çizgilerini daha çok sever, hikayelerini daha ilginç bulurdum. Mesela; ‘The boss and the secretary’ efsaneydi. Şimdiki zamanla, geniş zamanın farkını ‘cilveli’ bir diyalogla anlatır, sonu da ‘sürprizli’ biterdi. Keşke patron dayı bir çuval inciri berbat etmeyip Dorothy’yi (ve bizleri de) hayal kırıklığına uğratmasaydı.

(4 Ekim 2019)

Step By Step

Hayatımıza girmesini hiç istemediğim şeylerden biri olan New Kids on the Block grubu, okulumuzda, özellikle kızlar arasında hızla popüler olmuştu. Jordan, Jonathan, Joe, Donnie ve Danny’den oluşan bu grubun (isimlerini aklımda tutmadım, internetten baktım) hayranı kızlarımız bu oğlanların herşeylerine bayılır, Blue Jean dergisinin verdiği posterlerine teneffüslerde uzun uzun bakar ve bazıları şarkılarının sözlerini ezbere bilirdi. Biz de belki biraz kıskançlıktan veyahut hakikaten çok gıcık oldukları için bu grubu ve yaptığı müziği sevmezdik. Bir sabah kulaktan kulağa yayılan ‘grup dağıldı’ (hatta bir de içlerinden biri öldü gibi bir söylentiyi de hatırlar gibiyim) haberi kızlarda derin bir üzüntüye, bizde ise sevince neden olmuştu. Kızlar koridorlarda ağlayıp ‘ahh Jordan’ım’ diye ağıtlar yakarken biz gaddarca posterlerinin üzerinde tepinmiştik.

Aradan yıllar geçse bile bazen iş toplantılarında, ilgili yönetici, projeyi ‘step by step’ anlatacağını söylediği an o şarkının klibini hatırlar, oğlanların senkronize dans figürleri gözümün önünde canlanır, melodi de içimde çalmaya başlar, dikkatim dağılır. Bu grubu tümüyle unutmak isteyip de hala unutamadığım için kendime de kızarım.

(10 Ekim 2019)

Ekmek Arası

Okul sınırlarına en yakın mesafedeki sosyal alan, ‘hacı amca’ dediğimiz bakkaldı. Yemekhanede ve kantinde yiyecek birşey bulamadığımızda, ya da bazen değişiklik olsun diye ana kapıdan çıkar, yolun karşısına geçip hacı amcaya giderdik. ‘Mekan’ın mönüsü ekmek arasına konan; haşlanmış yumurta veya beyaz peynir veya tahin/yaz helvasıydı (son yıllarda yeni ürünler eklenmiş olabilir). Dükkanı hayli erken bir saatte açıyor olmalı ki, dersten önce bakkala gittiğimizde bir tasta kaynamış yumurtaları ve demlenmiş çayı hazır bulurduk. Özellikle soğuk havalarda yarı donmuş halde kendimizi içeri attığımızda, içerdeki kahvaltı ve demli çay kokan sıcak hava hızla bizi gevşetir, ekmek arasının hazırlanışını beklerken buğulu cama adlarımızı yazar, şekiller çizer ve damlalar aşağı doğru kayarken oluşan ince çizgilerin ardındaki küçük dünyamızı seyrederdik. Siparişin hazırlanışı da bir ritüeldi. Hacı amca siparişin boyutuna göre (çeyrek, yarım veya tam ekmek) tezgahın üzerindeki terazisinin bir kefesine ağırlığı yerleştirir, ardından (misal) peynir kalıbından kestiği dilimi diğer kefedeki kağıdın üstüne koyar, peynir az gelmişse ekler, fazlaysa da bir kısmını geri alır ve denge sağlandıktan sonra bıçağının yardımıyla peyniri ekmeğin içine eşit bir şekilde dağıtırdı. Terazide kalan kırıntıları bazen bıçağının ucuyla bazen de kalın ve nasırlı parmaklarıyla toplayıp ekmeğin içine ilave etmesini o zaman sadece bir jest olarak görür, bu son hareketin, hacı amcanın inancıyla sıkı bir bağının olduğunu henüz kavrayamazdım. İlerleyen yıllarda hacı amcanın oğlu da dükkanda babasına yardım etmeye başlamıştı. Çilli, zayıf, solgun ve dalgın bakışlı oğlu neredeyse hiç konuşmaz, babasının talimatlarını sessizce yerine getirirdi. Özellikle dükkanın arka kısmına yaptırılan asma kata servis için daracık merdivenden hep bu oğlan inip çıkardı. Tezgahın karşısındaki rafta, dönemin ‘hit’ ürünü çokoprensin altında, bir karton parçasının arkasına yazılıp rafa iliştirilmiş ‘ÇAKAPİRENS’ yazısını belki de hacı amca değil, esrarengiz oğlu yazmıştı.

(18 Ekim 2019)

Atatürk Köşesi

Her 10 Kasım’da okulda 6. sınıflara ‘Atatürk Köşesi’ adlı bir çalışma yaptırılır, her şube günün ‘anlam ve önemi’ne yönelik oluşturduklarını, koridorda sınıfının önündeki masada sergiler, öğretmenlerden oluşan bir seçici kurul da en ‘güzel’ çalışmayı seçerdi. Bu seçme durumu o güne ayrıca pozitif bir rekabet katardı. 1988’in 10 Kasım hazırlıkları bir hafta öncesinden başlamıştı. İlk olarak meşhur sözlerinin İngilizce tercümelerini süslü harflerle büyük kağıtlara yazmıştık. Hayat hikayesini yine İngilizce, ilgili fotoğraflarla destekleyip birtakım metinli ve görsel kompozisyonlar oluşturmuştuk. Ama o sene, geçmiş yıllardan farklı bir sürprizimiz vardı. Köşemizde bilgisayar olacaktı. Hatırladığım kadarıyla okulda o zaman bilgisayar yoktu bu yüzden bilgisayarı bir arkadaşımız evinden okula zorlukla taşımıştı. Kendisi bilgisayarda bir Anıtkabir görseli/grafiği yaratmış ve bunun siyah ekranda büyüyüp arkasından ’10 KASIM’ yazısının gelmesini sağlamıştı. Bu, o zaman sihir yapabilmek gibi birşeydi. Tabii herkes bir anda Atatürk köşemizin başına toplanıp bilgisayarı kurcaladığı için seçici kurulun gelmesine dakikalar kala ekran silinmiş, hatta elektrik kablosu da zarar görmüş, büyük bir panikle herşeyi yeni baştan düzenlemek durumunda kalmıştık. O sene hangi şubenin en güzel Atatürk köşesi birincisi seçildiğini hatırlamasam da benim gönlümde galip bizim şubeydi.

(10 Kasım 2019)

5 Numara

İlk yıllarda okulun çevresi bomboştu. Sadece ana yol boyunca sağa sola gelişigüzel yapılmış tek veya iki katlı evler yer alır, bu evlerden bazen çocuk bağrışmalarını ve bebek ağlamalarını duyardım. Büyük futbol sahası, özellikle sabahları sisin de etkisiyle gözüme hayaletlerin toplandığı bir yer gibi görünür, orada hiçbir hayat belirtisi olmadığı için sahanın sonunda tel örgülerin ötesinin dünyanın sonu olduğunu düşünürdüm. Dünyanın sonundan bizi hayata götüren ana araç ise dolmuştu. Otobüs seferi de vardı ama biletle uğraşmak zahmetli geldiği ve ayrıca sefer sayısı daha seyrek olduğu için çoğumuz dolmuşu tercih ederdik. Okulun batısından, çevreyoluna bağlanan kavşağın yakınlarından yola çıkan, önceleri çoğunlukla Magirus-Deutz daha sonra Peugeot J9 marka dolmuş, yaylana yaylana okulun önüne geldiğinde genelde boş olur, bu sayede araca biner binmez bozuk parayı şoföre uzattıktan sonra kendimi hızla arka dörtlünün yola bakan köşesine atardım. Tepebaşı Camii yaşamın başladığı ilk dönemeçti. Dolmuş oradan sağa aşağıya doğru kıvrılır, ben de etraftaki koyu renkli, çirkin ve bakımsız yapıları, yolda yürüyen tek tük insanları izlerdim. Devlet hastanesine vardığımızda muhakkak dolmuşa binenler olur, eğer dolmuşta hala yer varsa şoför, içerdekilerin homurdanmaları başlayana dek bekler, bu esnada başını sağ arkaya, hastane kapısına doğru olabildiğince çevirir, ben de, zürafaların boyunlarının evrim sürecinde uzadığı gibi dolmuş şoförlerinin de bir gün başlarını 360 derece çevirebileceklerini düşünürdüm. Hastanenin önünden, genelde hasta ziyaretinden dönen kadınlar ve çocukları, yaşlı ve yorgun erkekler biner, bazen yerimi onlara yerir, bu durumda yolculuğa ya ayakta ya da şoförle öndeki tek koltuğun arasında bulanan gürültülü motorun üzerine ilişerek devam ederdim. Motorun üzerine oturmak otomatik olarak muavinliği kabul etmekti. Bu ‘ulvi’ görev, ücret uzatanlardan paraları almak, para üstünü geri vermek ve şoförün ineceklerin seslerini duymayıp devam ettiği zamanlarda yolcuların sesi olmayı gerektirirdi. İçerde bunlar yaşanırken dolmuş bozuk yollarda çamurlara bata çıka çevreyoluna ulaşır, o andan itibaren asfalt düzelir ve aracımız üniversitenin ana girişindeki ışıklara varırdı. Burası ikinci dönemeçti ve sağa doğru sapınca ben sanki surlarla çevrili bir ortaçağ şehrinin yıkılmış kapısından şehrin merkezine girmişim gibi hissederdim. Etrafa daha dikkatli bakar, sürekli gördüğüm evleri, derme çatma dükkanları, küçük atölyeleri ve araçların etrafa sıçrattıkları çamurları tekrar tekrar seyrederdim. Hemzemin geçitten sonra yolcular birer ikişer inmeye başlar, bir elleri poşetli kadınlar diğer elleriyle çocuklarını çekiştirir, üniversiteliler ise bir çırpıda dolmuştan aşağı atlardı. Ben çoğunlukla stadyumun oralarda veya biraz ilerde Orman Dairesi’nde inerdim. Bir keresinde de 5 numaralı hattın sonunu merak ettiğim için son durağa kadar gitmiş, sonra uzunca bir yolu yağmur altında geri yürümüş ama bu yaptığımdan hiç pişmanlık duymamış, aksine keyiflenmiştim. (19 numara da benzer bir rota izler ama Tepebaşı Camii’ne vardıktan sonra mahallenin içine dalar, okulun önüne dek gitmezdi)          

(21 Kasım 2019)

Hijyen

Biz hijyeni, misal ‘Eugene’ gibi bir Fransız ismi sanırdık. Okulda hijyenle ilgili tek ürün yemekhaneye girerken soldaki el yıkama bölümlerine (yalağa benzeyen) ay başında konan beyaz kalıp sabunlardı. Zaten konduktan birkaç gün sonra, ya oluk kısmına düşüp kullanılamaz hale gelirler veya yok olurlardı. Okul tuvaletlerinde veya spor salonunda su dışında temizlikte kullanılacak herhangi birşey hatırlamıyorum. Yemekhane masaları büyükçe bir ıslak sünger ile silinirdi ama sabah kahvaltılarında verilen reçel masalara damlayıp yapışır ve kurur, ıslak sünger de pek fayda etmezdi. Sabahları soldaki turnikeden dağıtım yapılır, kahvaltısını alanlar da çoğunlukla sol tarafta dağıtım noktasının yakınlarındaki masalara oturdukları için o bölgedeki masalar her zaman daha kirli olurdu. Yatakhanenin temizliğini ise biri yaşlı diğeri genç iki kadın yapardı. Sanırım yakınlardan bir yerden yürüyerek her sabah okula gelirler, biz derse girdiğimizde onlar da 3 katı silip süpürmeye başlarlardı. Bu kadınlar ayrıca belli günlerde öğrencilerin kirli çamaşırlarını topluca yıkar ve kurutur, girişte bir örtünün üzerine yığarlardı. Dersten gelen de üzerine işlenmiş okul numarasına göre kendi çamaşırlarını seçip koğuşuna giderdi. En büyük sorun sıcak suyun haftada bir gün (pazar) akmasıydı. Suyun akmaya başladığı haberi gelince banyolara doluşurduk ama orada da bir hiyerarşi vardı. Önce büyük sınıflar yıkanır, eğer su kalırsa küçük sınıflar yıkanabilirdi. Sıcak su biterse kalanlar kös kös koğuşlarına geri döner ve hazırlanıp merkezdeki hamamlara giderdi. Nedendir bilmem, en popüler olanı Has Hamam’dı. Eğer bir nedenle hamama gidilemezse, hele bir de sular kesilirse son çare kolonyalı pamuktu. Eyüp Sabri Tuncer’in tırtıklı plastik şişeli ve sarı kapaklı kolonyası, siyah kapaklı Boğaziçi ve kalın cam şişeli Pe-Re-Ja kolonyaları klasiklerdi. Kolonyaları pamuklara döküp kendimizi temizlemeye çalışırdık. 30 sene sonra pandemi döneminde ‘kolonya’nın yıldızı yeniden parladı.

(20 Mart 2020)

Sporium
Henüz kimsenin hayatında; ‘residence’lar, ‘elite resort’lar, ‘premium’lar falan yokken bizim ‘sporium’umuz vardı. Okulun hemen yanında bir halı saha açılacağını duyduğumuzda heyecanlanmıştık. Her ne kadar bahçede, biri olimpik olmak üzere 3 futbol sahası olsa da o zamanlar halı sahada maç yapmak en ‘cool’ aktivitelerden biriydi. Halı sahanın belki en cazip yanı, aydınlatma sistemi sayesinde, gece de futbol oynamaya olanak sağlamasıydı. Derbilerin bile gündüz yapıldığı yıllarda, gece o güçlü, beyaz ışıkların altında sahaya çıkan oğlanlar, kendilerini İspanya’da kupa finaline çıkıyormuş gibi hisseder, sadece yürüyüşleri değil, bütün hal ve tavırları değişirdi. Hiçbir zaman futbolu iyi oynayamadığım için hatırladığım kadarıyla orada hiç maç yapmadım. Sporium’da ilgimi çeken alan tesisin minik cafe’siydi. Bir defa fast-food menüler vardı. İstanbul’un hali vakti yerinde ailelerinin, çocuklarının doğumgünlerini Etiler McDonalds’ta organize ettiği yıllarda, biz de okulun dibinde öğlen arası cheeseburger yiyebilecek mertebeye gelivermiştik bir anda. Hele okuldaki diğer alternatiflerle karşılaştırınca (kalite sırasına göre; kantinde döner ekmek, yemekhanede tabldot ve Hacı Amca) öğlen Sporium’da yemek kanaatimce sınıf atlamaktı. Küçük, 2-3 masanın olduğu cafenin zeminini siyah-beyaz karo, oturma gruplarını da kırmızı olarak hatırlıyorum. İşletmeci, öğlen ‘kolejliler’ mekana yaklaştığında müziğin sesini açar, kalitesiz hoparlörlerden dönemin popüler şarkıları çalar, biz de bir masa kaptıktan sonra, o hep daha uzun sürmesini istediğimiz yeme-içme-sohbet keyfinin içinde, bazen elimizdeki kasetleri adama verir ve ondan dinlemek istediğimiz şarkıları çalmasını isterdik. 30 sene sonra, bazen, hiç alakasız bir anda kendimi orada bulur; masada, çevremde; arkadaşları görür, onlarla şakalaşmak ister, belirli belirsiz bir tebessümün ardından bunun mümkün olmadığı hakikatinin, yüreğimden incecik bir sızıyla akıp geçmesine izin veririm.

(15.02.2021)

La Cantina
Onlarca el aynı anda alüminyum doğramalı cam bölmenin küçük penceresinden içeri hücum etmeye çalışırken kantinci abinin bütün o kaosa rağmen sakinliğini korumasına hep şaşırırdım. Yemek zili çalar çalmaz sınıfların kapısı hızla açılır ve hergün tekrarlanan “yemek koşusu” başlardı. Kimi gerçekten çok acıktığı için, kimi yemeği olabildiğince erken bitirip oyuna daha fazla zaman yaratabilmek için, kimi de çoğunluk koştuğu için koşardı. O itiş kakış esnasında bazen düşen, birşeylerini düşüren, sağa sola çarpan olur ama koşu hiç durmazdı. Bir keresinde B’lerden bir arkadaş, yemek koşusu esnasında sınıf kapısının hemen yakınında takılıp düşmüş, arkadan gelenler farketmeyip üzerinden geçerken başına bastıkları için beyin sarsıntısı geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. Basamaklar bitip de son düzlüğe gelince bir kısım yemekhaneye doğru devam eder, bir kısım da kantine sapardı. Kantin ekibi her ne kadar sabahtan itibaren hazırlıklara başlamış olsa da, gelen dalgayla başetmek hiç kolay olmazdı. Tost, döner, kavurma, sosisli vesaire havalarda uçuşur, yiyeceğini almayı başaran hemen bir köşeye yerleşerek yemeğini yemeğe koyulurdu. Kısa süre içinde herşey tükenir, masaların üzeri peçete, ambalaj kağıtları ve boş kola-fanta-gazoz şişeleriyle dolardı. Yemeklerini bitiren öğretmeler de ikili üçlü gruplar halinde kantine gelir, girişte hemen sağdaki çaycıdan çay, ıhlamur veya oraletlerini alırdı. Çaycının ilk bardağa kaynar su koyup onu büyük bir ustalıkla sırayla diğer bardaklara aktararak yaptığı temizliği hayranlıkla izler, sıçrayan suyun ellerini yaktığını ama hiçbir tepki vermediği için buna alışmış olduğunu düşünürdüm. Öğrenciler doyduktan sonra ve bir kısmı dışarı çıktıktan sonra o ana dek duyulmayan müzik daha net duyulur, hangi şarkının çaldığı anlaşılırdı. ‘Mekanın sahibi’ ise iş yoğunluğu bittikten sonra ortadaki kolonun bir kenarına oturur, tanıdıklarına laf atar, çevresindekilerle muhabbet eder, keyfi yerindeyse de kırmızı akordeonunu çalardı. Görünüşüyle, giyim-kuşamıyla, tavırlarıyla O bana, Eskişehir’de bir okulun kantinini işleten biri gibi değil de Ayvalık’ta, Cunda’da meyhanesi olan, okula öylesine uğramış biri gibi gelirdi. Kredili sistemin ilk yılında 9.sınıfların Perşembe günleri 7 yerine 6 ders yapmaya başlamasıyla, servisleri bekleyenler o bir saatlik boşlukta kantinde daha çok vakit geçirir olmuş, kantine komşu sınav salonunda eğer o saat sınav yoksa müzik ve şamata daha da artmıştı. Öyle günlerden birinde kantinde Barış Manço’dan Dönence çalarken köşedeki sandalyelerden birinde, üniversite sınavında iyi bir derece elde edemeyeceğimi düşünmüş, içimi bir sıkıntı kaplamıştı. O da diğer köşede, çevresindekilere, güzel bir haber aldığını söyleyip Yeni Türkü’den Maskeli Balo’yu çalmaya başlamıştı. Şarkıyı bitirdiğine diğerleriyle birlikte O’nu alkışlamış, bilmeden içimdeki sıkıntıyı yenmeme yardım ettiği için O’na minnet duymuş ve ellerim cebimde gülümseyerek kantinden çıkmıştım.

(10.04.2021)

İki masa
Her zaman gevşek duran fileyi kenarlarından sıkılaştırdıktan sonra zaman kaybetmeden başladık. ‘Topuna’ dedi ve topu sakince masaya attı. Sınav salonuna kolçaklı sandalyeler konup da artık orası yoğun bir şekilde kullanılmaya başlanınca, eskiden salonun kapısının karşısında duran, benim de içlerinde en sevdiğim ‘pinpon’ masası oradan kaldırılmış, okuldaki masa sayısı üçten ikiye inmiş, bu biraz canımızı sıkmıştı. Daha küçük sınıflardayken büyük sınıflar nedeniyle bize zaten pek sıra gelmez, çaresizce sınıflardaki dört sırayı birleştirir, kalemkutulardan da file niyetine set gibi birşey yapardık. Bu şartlar pek keyif vermese de oynardık. O gün revirin önündeki masada başladığımız maçta ilk seti o kazanmıştı. Yer değiştirdik ve ikinci sete başladık. İddiasına yapılan veya turnuva maçlarında, tarafsız olacağı düşünülen biri hakem yapılır, böyle maçlar çok daha eğlenceli geçerdi. Çoğu zaman yedek top olmaz, topun çatlaması halinde oyun devam eder ama hem oynayanın hem izleyenin keyfi kaçardı. İkinci seti ben almıştım ve üçüncü sete başladık. O sırada bizim tayfadan birkaçı gelip “Yakında bir bilardo salonu keşfettik, hadi bitirin de gidelim” diye bir teklif attı ortaya. Üçüncü seti önemsemeden oynadık ve Tepebaşı’na, blokların oraya doğru yürümeye başladık. Daha önce hiç bilardo oynamamıştım ama doğru bir vuruşla topları deliklere sokmanın çok da zor olmayacağını tahmin ediyordum. Girdiğimiz yer sıradan bir kahvehaneydi. Yoğun bir sigara dumanı bulutunun içinde genç-yaşlı erkekler kağıt oynuyor, radyoda sanat müziği çalıyordu. Bizimkiler ‘bilardo salonu’ deyince sadece bilardo oynanan bir yere gideceğimizi sandığım için bu izbe, merdivenaltı yer biraz hayal kırıklığı yaratmıştı. Yaşımız küçük olduğundan kahveci bizi en dipteki masaya göndermişti. Masaya dikkatli bakıp da deliklerin olmadığını ve sadece üç topun olduğunu farkedince bilgisizliğimi saklamak için filmlerde gördüğüm birşeyi yaptım hemen, sopanın ucunu tebeşirlemeye başladım. Kaba saba kahvecinin “Çuhayı yırtarsanız parasını ödersiniz, baştan söyleyim” tehdidi bizi hiç etkilememiş, kısa süre içinde ortama olan yabancılığımız yok olmuş, Elvan gazozu ve kola eşliğinde şakalaşarak ‘üç top’ oynamıştık. Akşam yatakhanede, ranzanın üst katındaki yatağımda yatarken pinpon masasından bilardo masasına geçerek büyüdüğümü hissetmiştim. 25 sene sonra, 2014 Dünya Kupası’nda Almanların Brezilya’ya 7 gol attığı tarihi maçın yapıldığı şehir Belo Horizonte’de, yine salaş bir kafede Brezilyalı arkadaşıma üç top bilardo oynamayı öğretirken o gün Tepebaşı bloklarda öğrendiklerimi ona tek tek göstereceğim aklımın ucundan geçmezdi.

(25.04.2021)